?>

Dava mı Propaganda mı?

Share

DAVA MI PROPAGANDA MI?

 

Şiirde Anlamı Araç Olarak Kullanmak

 

Şiirde anlam olmalı mı ya da anlamsız şiir mümkün mü? Birçok şairin modern şiir içinde anlama ihtiyaç var mı sorusuyla yüzleştiğini görüyoruz. Modern şairlerden Dadaizmin kurucusu Tristan Tzara rastlantısal olarak anlamdan uzak bir şiir yazmanın mümkün olabileceğini deneyimledi. Gazetelerden kestiği kelimeleri bir şapkada karıştırıp çekerek rastgele sıralanan kelimelerle şiirlerini oluşturdu. Bu deneyle yakın zamanlı olarak Türk şiirinde de Ahmet Haşim şiirin anlamdan çok sese/ahenge yakınlığını öne sürdü. Anlamın ahenge uyumluluğu ve şiirin okuyucunun gözünde bir anlama kavuşması gerekliliğini savundu. Bu yönüyle şairin şiiri meydana getirirken seçeceği konudan çok o konuyu nasıl söylemesi gerektiğini ön plana çıkartmış oldu. Şair meseleyi söylerken doğrudan bir anlatımdan uzak durup hissedilir/sezilir bir anlatımı ya da anlamın gösterilmekten çok atmosfer içinde varlığı fark edilir bir şekilde verilebileceğini, şairin şiiri oluştururken meseleyi nasıl ifade edeceğini seçmesi gerektiğini belirtmiştir. Saf şiir anlayışının ilk örneklerinden kabul edilen Ahmet Haşim şiirinin devamında Necip Fazıl Kısakürek de bu anlayışta şiirler meydana getirmiştir. Her ne kadar kategorize etmek çok mümkün olmasa da bu anlayış içinde oldukları söylenebilir. Buna karşın anlamdan uzak bir şiir yazmak isteyen İlhan Berk dahi tek tek anlamsız gibi görünen şiirlerine bütün olarak bakıldığında bir çerçeveyi, yaşam biçimini ya da yeniden tanımlama yaptığı görülmektedir. Yine aynı dönemde toplumcu-gerçekçi şiirler yazan Nazım Hikmet meseleyi önde tutan, hatta açık bir dille yüzümüze vuran bir şiir meydana getirmiştir.

Şairin neyi anlatacağı/anlatmayacağı konusunda seçim yapmak durumunda olduğundan bahsettik. Bu durumda şiirde anlam ya da şiirin meselesi şair tarafından nasıl seçiliyor? Şairin/yazarın yaşadığı dönem, hayatında olan önemli anlar, bulunduğu siyasi ortam, hatta psikolojik durumu yazacağı metnin konusunu seçmede önemli rol oynamaktadır. “İlk dize tanrı vergisidir, ondan sonrası da çaba.”  diyen Valéry gibi birçok şair şiirin ilhamla (esrime) geldiğini savunmuştur. Bununla birlikte Edgar Allan Poe Yazmanın Felsefesi[I] isimli makalesinde sistemli olarak çalışmanın ilhamdan daha önemli olduğunu, kurguyu şairin matematik yönüyle şekillendirebileceğini öne sürmüştür. Her iki yöntemde de başladıktan sonra büyük bir işçilik gerekliliği ortak noktadır. Savunulacak ya da söylenecek sözün biçimi, uzunluğu, kapalılığı, açıklığı, sesi, ahengi, derinliği, biçemi vb. birçok yönüyle ince elenip meydana getirilmesi gerektiği ortaya konmuştur. Savunulacak olan fikrin haklılığı, inanmışlığı ölçüsünde katı bir tavırla savunulması sık görülen bir durumdur. Bu noktada Türk şiirinde propaganda ile suçlanmış ve mahkeme neticesinde vatandaşlıktan çıkarılan Nazım Hikmet’in[II] şiirlerinde konu seçimi ve işleyişi içinde propaganda izlerini görmeye çalışacağız.

 

Propaganda mı Dava mı?

 

Latincede “yayılacak şeyler” anlamına gelen “propaganda” sözcüğünün özgün anlamı “yanıltıcı bilgi” anlamına gelmediği gibi, Birinci Dünya Savaşı’nda ortaya çıkan politik anlamını kazanıncaya kadar, olumsuz bir vurgu içermemekteydi.[III]

 

Birinci Dünya Savaşıyla birlikte politikacılar savaşın sadece savaş meydanlarında kazanılmayacağını, aynı zamanda kitleleri etkileyerek zihinlerde de kazanılması gerektiğini düşündüler. Bunun için kendi fikirleri ne kadar uçuk, haksız, adaletsiz olsa da mevcut savaşı kazanmak ya da ileride elde edecekleri kazançlar adına bunu kitlelere çeşitli araçlarla kabul ettirmeye hatta bu fikirleri kendi fikirleriymiş gibi inanarak savunmalarına çalışmışlardır. Yukarıda da belirttiğimiz üzere fikrin yayılması için kullanılan “propaganda” daha sonraları halkı manipüle etme, farklı fikirleri empoze etme, kişilerin seçimlerini etkileme amaçlı olarak kullanılmıştır. Birinci Dünya Savaşında teknolojik imkanlar ölçüsünde yapılan propaganda gazeteler, dergiler, broşür, telgraf gibi araçlarla sağlanmıştır. Zaman içinde gelişen teknolojiyle radyo, sinema, televizyon, internet gibi araçlarla daha geniş kitlelere daha hızlı ulaşması sağlanmıştır. Bu noktada edebiyat ve yazılı yayının gücünü ilk andan itibaren fark eden politikacı ve askerler çeşitli yöntemlerle propaganda faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Elbette her iki taraf da karşı propaganda yapmak suretiyle kendi fikirlerini hem savunmuş hem de kitle üzerinde kendi açılarından etkili olmaya çalışmıştır.

 

Askerin moralinin bozulması için gerçek veya gerçek dışı yenilgi ve başarısızlık haberleri de kullanılmıştır. Bu yüzden Propaganda, içeriği itibariyle gerçek dışı metinler ile menfur haberlerin çok yoğun olarak kullanıldığı bir alandır. Eğer hedefe ulaşılacaksa söylenecek her şey mubah ve meşrudur. [IV]

 

Çanakkale Savaşında da İngilizler tarafından cepheye atılan broşürlerde Osmanlı Askerlerinin teslim olmasını sağlamak için Osmanlı Ordusunun durumunun kötü olduğu, askerlere yiyecek ve içecek tedarik edemediği, esirlere kötü muamele yaptığı gibi asılsız haberleri yaymaya çalışmıştır. Buna karşılık Genel Kurmay, Harp Mecmuasında fotoğraflarla mevcut durumu göstererek askerlerin moralini yüksek tutmaya çalışmıştır. Bunun yanı sıra dönemin edebiyatçıları, ressamları ve gazetecilerinden oluşan heyetlere siperler ve belirli cepheler gezdirilerek onlardan askerlerin ve sivil halkın moralini yükseltecek, hamasi duygularına hitap eden eserler meydana getirmeleri beklenmiştir.

 

Dergide çok sayıda kahramanlık şiiri ve düz yazılarına yer verilmiştir. Gerçek ya da gerçek izlenimi verilmiş ve cephede bulunan birisinin gözlemleriymiş gibi savaş öyküleri anlatılmıştır.[V]

 

Propaganda yazıları ve sanat eserleri üretecek aydınlar, cephede hep ateşten masun bölgelerde gezdirilmiştir. Yola çıktıkları andan itibaren konaklayacakları yerler ve varacakları savaş alanları onların rahat edecekleri şekilde düzenlenmiş ihtiyaçlarını görmek üzere subaylar görevlendirilmiştir. Böylece onların cephelerde gözlemledikleri şeyler, görülmesi istenen şeylerle sınırlı kalmıştır.[VI] Dolayısıyla o günün edebiyatında ordunun güçlü yönleri ön plana çıkarılmıştır. Ancak bu durumun bir olumsuz yönü eserlerin abartılı ve gerçekten uzak oluşlarıdır. Okur üzerinde mevcut savaş şartları düşünüldüğünde haklı görülebilecek bir abartı mevcuttur. Daha sonrasında yazılan eserlerde kazanılan zaferi öven, kahramanlık yönünü ortaya koyan eserlerdir. Bunun yanı sıra Nazım Hikmet özellikle Kuvâyi Milliye kitabında ve Memleketimden İnsan Manzaraları adlı eserlerinde bireyler üzerinden kurguladığı şiirlerle zayıflıklarına rağmen fedakarca davranan kişiler aracılığıyla savaşı ve şartları daha gerçekçi anlatmayı başarmıştır. Kuvâyi Milliye’de olan şiirlerde görülen karakterlerin temel özelliği iyi ve kötüyü, güç ve zayıflığı bir arada bulundurmalarıdır. Oldukça insani yönleri ön plana alınan karakterler savaş şartlarında büyük fedakarlıklar gösterip kahramanlıklar sergilemişlerdir. Kazanılan zaferlerin yalnızca yöneticiler, askerler, politikacılar sayesinde değil halkın bireysel olarak gösterdiği çabanın da doğru yönlenmesi sonucu olduğu gösterilmektedir. Memleketimden İnsan Manzaraları’ndaysa savaş sonrasında yaşanan olaylar, halkın durumu, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin tutumu ve halkın savaşa karşı bakışı, fakirlik, eğitimsizlik politik tavırlar gibi konular çeşitli karakterle sergilenmiştir. Bu çerçevede Nazım Hikmet uzun hapislik dönemi ve Türkiye’de yaşadığı dönem başta olmak üzere halkı, insanları çok iyi gözlemlemiş, köylüden gazeteciye, jandarmadan yargıca birçok kişiyi incelemiş ve bunları eserlerinde ustalıkla canlandırmıştır. Memleketimden İnsan Manzaraları Haydarpaşa Garı’nda başlar ve trenlerle yolculuk eden mahkumlar, gazeteciler, iş adamları, askerler, köylüler, hayat kadınları, jandarmalar, aşçılar gibi bir çok kişi üzerinden büyük bir Türkiye tablosu oluşturmaktadır. Zaman zaman Kuvâyi Milliye içindeki kişileri Memleketimden İnsan Manzaraları içinde görebiliriz. Hatta Kuvâyi Milliye kitabında efsaneleşen karakterleri “Ben bu İsmail’i tanırım, yavrum” diyerek gerçekten yaşamış olduklarını, halkın içinden geldiklerini, efsaneden çok gerçek kişiler olduklarını telkin etmektedir. Tabii bu kişilere kendi inançları çerçevesinde kendi inandığı, savunduğu fikirlerini de söyletmiştir. Bu karakterlerden biri Nurettin Eşfak isimli bir öğretmendir ve Türk Köylüsü şiiri onun ağzından yazmıştır. Daha ileri bölümlerde Nurettin Eşfak karakteri tekrar karşımıza çıkmakta ve İstiklal Marşı içinde geçen bir fikri eleştirmektedir.

 

«Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak».

Tınaztepe’ye karşı Kömürtepe güneyinde,

On beşinci Piyade Fırkası’ndan iki ihtiyat zabiti

ve onların genci, uzunu,

Darülmuallimin mezunu

                                  Nurettin Eşfak,

mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak

                                                    konuşuyor :

        -Bizim İstiklâl Marşı’nda aksıyan bir taraf var,

        bilmem ki, nasıl anlatsam,

        Âkif, inanmış adam,

        fakat onun, ben,

                 inandıklarının hepsine inanmıyorum.

        Meselâ, bakın :

        «Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.»

        Hayır,

        gelecek günler için

                            gökten âyet inmedi bize.

        Onu biz, kendimiz

                           vaadettik kendimize.

        Bir şarkı istiyorum

                             zaferden sonrasına dair.

        «Kim bilir belki yarın…»[VII]

 

Kitabın bu bölümünde İstiklal Şairi Mehmet Akif’in fikirlerine reddiye mahiyetindeki düşüncelerini Nurettin Eşfak’ın ağzından dile getirmektedir. Mehmet Akif’in kaderci bakış açısıyla, tevekkül içinde yazdığı “Doğacaktır sana vaadettiği günler Hakk’ın” görüşüne karşılık bireylerin kendi çabalarıyla bu durumdan kurtulacaklarını, vaadedilen yerine kendi gayretleriyle savaşı kazanabileceklerini öne sürer. Bununla birlikte Memleketimden İnsan Manzaraları’nda İstiklal Marşı’nı Marseyyez ve Enternasyonel Marşı ile birlikte sayarak “yüreğinde” taşıdığını belirtir.

 

Bir başka eleştiri de Ahmet Haşim’e yöneliktir. Aşçı, metrdotel ve garson Mustafa’nın kitap okuduklarını gören yolcular arasında bir konuşma geçer;

 

   “Ne okuyorlar acaba?”

“- O garson ne okuyabilir? diye düşünüyorsunuz.

     Garson ve okumak.

     Aşçıbaşı ve okunan bir şeyi dinlemek

                                                  tuhafınıza gidiyor.”

“- Doğru.

     Karagöz’e benzemiyor okudukları şey.”

“- Niye Karagöz geldi aklınıza?”

“- Bilmem.

     Fakat başka bir şey de olabilir.”

“- Ahmet Haşim’in şiirleri niye olmasın?”

“- İmkanı yok.

     Hayır.

     Aşçıbaşı anlayamaz Haşim’i.”

“- Haklısınız, Bay Şekip Aytuna,

     aşçıbaşıya anlatacak

                                      açık

                                                  korkunç

                                                              cesur

               haklı ve umutlu bir tek sözü yoktur Ahmet Haşim’in.”

“- Şiir bunlardan mı ibaret yalnız, Doktor Bey?”

“- Şiir dünyadan ibaret.

     Ve bugünkü dünyada yalnız bu dediklerim anlatılmaya değer”

“- Ne garip fikirleriniz var.”

“- Gariptirler,

     hatta bir bakıma komik,

     hatta bir bakıma mürai, züppe ve alçak

     sadece bol bol gevezelik edip

               dövüşmedikleri, dövüşemedikleri için…”[VIII]

 

Haşim’i “haklı” olduğu fikirlerini bile savunmayan, açıkça söylemeyen dolayısıyla halka ulaşmayan şiirler yazdığı için eleştirmektedir. Edebiyatçılara ve yazarlara karşı genel eleştirileri bununla sınırlı değildir.

 

Bilmiyor:

tanınmış ediplerimizden oldu olalı

Türkçede kendi yazılarından başkasını okumadığından.[IX] diyerek genel olarak yazarların başkalarını okumadıklarından yakınmaktadır. Peki aşçıbaşı, metrdotel ve garson Mustafa ne okuyorlar?

 

“- Neyin nesi oluyor, yavrum, bu defter?”

“- Burada bir destan yazılı, Mahmut Usta.”

“- Böyle işlere merakın var öyleysem.”

“- Var.”

“- Benim de vardır.

     Kim yazmış bunu?”

“- Mahpus bir adam.[X]

 

Okudukları kitap Kuvâyi Milliye’den başkası değildir. Onlar, Karayılan, Arhavili İsmail, Birinci İnönü savaşları olduğu gibi alıntılanır ve aşçıbaşı, metrdotel ve garson Mustafa arasındaki konuşmalarla olaylar gerçeklik tabanına oturtulur. Bu karakterlerden bazıları ve öne çıkan yönleri aşağıda belirtilmeye çalışılmıştır.

 

Nazım Hikmet’in efsaneleştirdiği karakterlerden biri de kendisine emanet edilen silahları deniz yoluyla Kuvâyi Milliye’cilere ulaştırmaya çalışan Arhavili İsmail’dir. İyi bir denizci olmasına rağmen beklenmedik bir hava koşulu sebebiyle kontrolü kaybedişi ve küreklerin kırılarak denizde kalışı karşısındaki çaresizliği görülür. Son bölümde İsmail gayri ihtiyari olarak önce küfreder, sonra duaya sığınır. Arhavili İsmail verdiği söze sadakati temsil eden bir karakterdir.

 

Sular tekneyi açığa sürüklüyor.

Artık hiçbir şey mümkün değil.

Kaldı ölü bir denizin ortasında

                          kanayan elleri ve emanetiyle İsmail.

İlkönce küfretti.

Sonra, «elham» okumak geldi içinden.

Sonra, güldü,

                          eğilip okşadı mübarek emaneti.

Sonra,

Sonra, malûm olmadı insanlara

                          Arhaveli İsmail’in âkıbeti.[XI]

 

Şoför Ahmet de bu şiirlerden biridir. Şiirde Ahmet isimli şoförün kamyonetinde meydana gelen arıza sebebiyle verdiği mücadele anlatılmaktadır. Şartların ne kadar kötü olduğu, araçların, silahların yetersiz ve bakımsız olduğu görülmektedir. Bunun yanı sıra Ahmet’in hatıraları üzerinden insani yönü de göz önüne getirilmektedir. Ahmet’in İstanbullu oluşu, İstanbul’un İşgal altında, sevdiklerinin de bir anlamda esir oluşları sonucunda Ahmet arızalanan aracını ne pahasına olursa olsun yürütmesi, makine ve insan arasında verilen mücadelenin ne denli önemli olduğunu göstermiştir.

 

Ve onların arasında

Birinci Ordu İkinci Nakliye Taburu’ndan

                                          İstanbullu şoför Ahmet

                                                 ve onun kamyoneti vardı.

Bir acayip mahlûktu üç numrolu kamyonet :

İhtiyar,

          cesur,

                   inatçı ve şirret.

 

Vantilâtörde adedi devir

                     düşüyor gibi.

Arkadaşlar ileri geçtiler.

Ay battı.

Manzara yıldızlardan ve dağlardan ibaret.

 

Motor mızıkçılık ediyor,

bizi dağ başlarında bırakacak meret.

 

İç lastik boydan boya patladı.

Yedek?

Yok.

Dağlarda avaz avaz

               imdat istemek?

 

Sen Süleymaniyelisin oğlum Ahmet,

sana tek başına verilmiştir üç numrolu kanyonet.

 

Saatta elli yapıyoruz…

Dayan ömrümün törpüsü,

dayan da dağlar anadan doğma görsün şoför Ahmet’i,

dayan arslan…

 

Hiçbir zaman

            böyle merhametli bir ümitle sevmedi

                                                        hiçbir insan

                                                             hiçbir âleti…[XII]

 

Karayılan Hikayesi ise bu şiirler içinde en bilinenlerden biridir. Karayılan, Antep köylülerinden olup Fransız işgalinde savaşmak zorunda kalmış ve büyük kahramanlık göstererek bir çete liderine dönüşmüştür. Burada bir yandan belirtilen kahramanlık hikayesi anlatılırken bir yandan da ağalık sistemi içinde ezilen köylünün başkaldırışı ve kendi fikirlerini edinişi de öne çıkarılmaktadır.

 

 

Karayılan

           Karayılan olmazdan önce

Antep köylüklerinde ırgattı.

Belki rahatsızdı, belki rahattı,

bunu düşünmeğe vakit bırakmıyordular,

yaşıyordu bir tarla sıçanı gibi

ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar

 

Karayılan» olmazdan önce

                     umurunda değildi Karayılan’ın

                     kıyamete dek düşmana verseler Antep’i.

Çünkü onu düşünmeğe alıştırmadılar.

Yaşadı toprakta bir tarla sıçanı gibi,

korkaktı da bir tarla sıçanı kadar.

 

Karayılan

        Karayılan olmazdan önce

kara yılanın encâmını görünce

haykırdı avaz avaz

            ömrünün ilk düşüncesini .

    «İbret al, deli gönlüm,

      demir sandıkta saklansan bulur seni,

      ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm.»

 

Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp

bir tarla sıçanı kadar korkak olan,

fırlayıp atlayınca ileri

bir dehşet aldı Anteplileri,

                     seğirttiler peşince.

Düşmanı tepelerde yediler.

Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp

bir tarla sıçanı kadar korkak olana :

                                KARAYILAN dediler.[XIII]

 

Nazım Hikmet için emperyalist devletlere karşı kalkışılan bir ayaklanma olan bu savaşta olan her bir kişinin kahraman kabul edileceği bir savaştır Kurtuluş Savaşı. Bir milletin varlığını devamı için meşru ve mecbur oldukları bu savaşın sonunda millete layık bir sistemle yönetilmeleri gerekmektedir. Bunun için de kendi inandığı sistemi şiirlerinde ortaya dökmüş ve karakterlerine savundurmuştur. Memleketimden İnsan Manzaları’nın son bölümü fikirlerinden dolayı isnat edilen suçlamalara cevap verir niteliktedir.

 

Kerim konuştu yine:

“- Şimdi gelelim benim soracağım şeye, Halil Amca.

     Senin için, Ruslardan para alıyor,

                                      vatan haini diyorlar.”

“- Diyen kim?”

“- Bizim fabrikada bir muhasebeci Seyfi Bey var, o.”

“- Peki, senin kanaatın?”

Kerim derhal cevap verdi:

“- Yalan…”

Bir saniye sürmedi Halil’in sualiyle Kerim’in karşılığı arasında geçen zaman.

Ve bu kısacık aralıkta

                          üç hatıra geçti Halil’in kafasından:

Biri çok yakın

               biri uzakça

                          üçüncüsü çok eski.

Çok yakını şu:

On gün önce para göndermişti karısına, Ayşe’ye,

                                      marangozluk işinden birikme on beş lira.

Soruyor Mutemet Gardiyana postanede memur:

“- Halil Bey niye hep böyle on on beş lira gönderiyor?

     Halil Beyde,” diyor, “para tomarlandır.”

 

Uzakça olanı şu:

Bir hayli zaman önce

               elli kişi birden içeri düşmüştüler.

Ameleydi ve fakir esnaftı çoğu.

Yarısından fazlası da bekârdı.

Dehşetli parasızdılar.

Tayınları satıp domates, soğan alıyorlardı

                                                              katık diye.

Ve yerden izmarit topladığı oluyor

                          tütünsüz duramayan Halil’in.

 Bir gün beşinci koğuşun damağası geldi yanlarına:

“- Sizin için,” dedi,

                          “bunlar vatan düşmanıdır dediydi başgardiyan,

     Moskof bunları balla börekle besler.

     Halbuki ben bakıyorum

                          sizin ortak tencere haftada bir bile kaynamıyor.

     Yara almış delikanlılar da var içinizde

                                                              vatan millet uğruna.”

Sonraları bu damağası damağalığını bırakıp

                                      dokumada işçi olduydu…

 

Üçüncü, en eski hatıra şu:

Halil’i komiserin karşısına çıkardılar.

fındık içi gibi yağlı, toparlak, ufacık bir adam

                                                  sipsivri dişleriyle sırıttı:

“- Sizin mezhepte karılar ortaklama kullanılır,” dedi,

                                      “Kızılbaşlık gibi bir şey, bu…”

Ve Halil

masanın üstündeki hokkayı kaptığı gibi fırlatmıştı hergelenin suratına…

 

Bu üç hatıra çakan bir şimşek hızıyla geçti kafasından,

kemikli esmer yüzü kızardı hafifçe

ve Halil sordu Kerim’e, biraz kederle gülümseyerek:

“- Yalan, demek?”

“- Yalan elbette, Halil Amca,

                                      ama neden böyle iftira ediyorlar

                                                              onu soracaktım?”

 

Balcı Remzi Efendi

– belki ömründe ilk defa –  

                       bir suçluyu itham eder gibi konuştu:

 

“- Korkuyorlar, Kerim,

     Türk milletinden korkuyorlar.

     Bugün kapitalist rejimde, baştakiler,

                                      burjuvaji,

                                      her yerde kendi milletinden korkuyuor”

 

Remzi Efendi, henüz alıştığı yeni aletler gibi tereddütle biraz

               Fakat büyük bir hazla kullanıyor Fıransızca terimleri.

Diyalektikten

               sınıf kavgasından bahsederek

                                                  son verdi sözüne.

 

“- Kerim” dedi Halil,

“hamd ü sena olsun Türk milletine ve insanlığa

                          (güldü :

                          çarpmıştı gözüne

                          Remzi Efendi’nin terimleri yanında

                           kendi kelimelerinin eskiliği. Tekrarladı:)

 

hamd ü sena olsun Türk halkına ve insanlığın halkına

                          komünistim çok şükür,

                                      hem de sapına kadar,

                                      hem de her gün biraz daha sağlama giderek,

                                      her gün biraz daha komünistim,

                                                              komünist…

 

(Komünist diye tekrarladıkça

                                      İçinin ferahlayıp genişlediğini duyuyordu.)

 

Komünistim çok şükür.

İşin bu tarafı böyle, Kerim.

Her komünist gibi de su katılmamış vatanperverim:

                                      hem de bir tarih

                                      bütün bir devir

                                      bir insanlık merhalesi boyunca daha gerçek

                                                                         daha ileri…

Başkasının sırtından geçinenlerin değil

                                                  çalışan insanların vatanperverliği bu.

Bu senin vatanperverliğin, on dört yaşında işçi Kerim.

Ne kendi milletimden aşağı

                          ne de üstün görürüm başka milletleri.                                  

Kozmopolit de değilim.

Her komünist gibi haykırırım fakat,

                                      Bütün ülkelerin proleterleri birleşsin, diye.

 

Burası böyle…

Şimdi, Kerim,

               Sovyetler Birliği bahsine gelelim:

Yüz, yüz elli yıl önce doğmuş olsaydım eğer

               saygı ve hayranlık duyacaktım büyük Fıransız inkılabına.

Kim bilir, belki o zaman da

               Fıransalı keferenin fitnesine alet oldu derlerdi bana.

O devirde yaşamadım

               ama hâlâ heyecanla söylerim Marseyyezi.

Şimdi bir de yirmi yıl kadar öncesini düşün:

Farzet ki Afrika’da, Asya’da filan bir sömürge çocuğusun,

elbette hayranlıkla seveceksin Türkleri, bizi,

emperyalizmin tırnağından koparıyoruz diye istiklalimizi.

Şimdi bir de Sovyetler Birliği’ni düşün:

milletlerin milletlere, insanın insana kulluğu yok edilmiş.

Elbette sevgi ve saygı duyacağım

                          sosyalizmin bu ilk yapısını kuranlara karşı.

Yirminci yüzyıldayız, Kerim,

yüreğimizde Marseyyez,

                          ve bizim İstiklal Marşımz,

                                                  ve Enternasyonel marşı…

 

İftira ve yalan bahsine gelince:

yalnız jandarma, polis karakolu, hapisane filan yetmez,

bazı yerlerde hatta bu çareye pek başvuramazlar.

Yalan da lâzım düşmana:

gazete, radyo, sinema, kitap, mahalle kahvesi

                                                   seferber.

 

Yalan dediğin topal bir bite benzer

bir gecede yedi yatak dolaşır,

                                      hele fukara yataklarını…” [XIV]

[I] Yazmanın Felsefesi, Sayfa 7, Bütün Hikayeleri Edgar Allan Poe, İthaki Yayınları 2011

[II]   Nazım Hikmet’in vatandaşlıktan çıkarılmasına ilişkin 15 Ağustos 1951 de Resmi Gazetede yayınlanan Bakanlar Kurulu Kararı: ”Pasaportsuz olarak İstanbul’dan Romanya’ya kaçan ve oradan da Moskova’ya giderek havaalanında memleketi aleyhinde beyanatta bulunduğu ve müteakiben radyo yayınlarında Türkiye’nin hükümet şekli ve hükümeti idare edenler aleyhinde geniş propaganda kampanyasına girişerek komünizmi yaymak maksadını güden neşriyatıyla Sovyet hükümetinin verdiği hizmeti ifa etmekte olan maruf komünist Nâzım Hikmet Ran’ın kendisine bu hizmeti terk etmesi hususunda yapılacak tebligatın bir fayda vermeyeceği mülahaza edildiğinden Türk vatandaşlığından çıkarılması; İçişleri Bakanlığı’nın 25.7.1951 tarihli ve 40945 sayılı yazısı üzerine, 1312 sayılı kanunun 10. maddesine göre Bakanlar Kurulunca 25.7.1951 tarihinde kararlaştırılmıştır.”

[III] Hitler Almanyası’nda Sanat ve Propaganda, Arş. Gör. Sibel Uçkan Altun, Sanat ve Tasarım, Haziran 2010, Sayı:5

[IV] Çanakkale Muhabereleri Sırasında Basının Propaganda Aracı Olarak Kullanılması: Harp Mecmuası Örneği, Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı, Yıl: 10, Bahar 2012, Sayı: 12, Sayfa 61-83

[V] Çanakkale Muhabereleri Sırasında Basının Propaganda Aracı Olarak Kullanılması: Harp Mecmuası Örneği, Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı, Yıl: 10, Bahar 2012, Sayı: 12, Sayfa 61-83

[VI] Çanakkale Muhabereleri Sırasında Basının Propaganda Aracı Olarak Kullanılması: Harp Mecmuası Örneği, Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı, Yıl: 10, Bahar 2012, Sayı: 12, Sayfa 61-83

[VII] Kuvâyi Milliye, 8. Bap, Sayfa 86, Nazım Hikmet, Yapı Kredi Yayınları 2007

[VIII] Memleketimden İnsan Manzaraları, İkinci Kitap, Sayfa 200 Nazım Hikmet, Yapı Kredi Yayınları 2011

[IX] Memleketimden İnsan Manzaraları, İkinci Kitap, Sayfa 113 Nazım Hikmet, Yapı Kredi Yayınları 2011

[X] Memleketimden İnsan Manzaraları, İkinci Kitap, Sayfa 177 Nazım Hikmet, Yapı Kredi Yayınları 2011

[XI] Kuvâyi Milliye, 3. Bap, Sayfa 44, Nazım Hikmet, Yapı Kredi Yayınları 2007

 

[XII] Kuvâyi Milliye, 7. Bap, Sayfa 77, Nazım Hikmet, Yapı Kredi Yayınları 2007

[XIII] Kuvâyi Milliye, 1. Bap, Sayfa 20, Nazım Hikmet, Yapı Kredi Yayınları 2007

[XIV] Memleketimden İnsan Manzaraları, Beşinci Kitap, Sayfa 527 Nazım Hikmet, Yapı Kredi Yayınları 2011

  • Şubat 7, 2018