Sarayda Akşam Yemeği

Share

Sarayın kapasına yaklaştığında içindeki heyecan artıyordu. Daha önce de buradan sıkça geçmiş yakındaki çay behçesinde çay içmişti. Özellikle gençliğinde daha sık gelirdi bu yakaya. Taksimden aşağı, Gümüşsuyu üstünden buraya yürümeyi severdi. Bugünse diğer günlerden oldukça farklıydı. Beşiktaşa vapurla gelmiş sarayın girişine kadar yürümüştü. Çay bahçesinde ki kalabalığa göz gezdirip kapıya yöneldi. Kapıda siyah giyimli bir kadın bir gazeteciyle konuşuyordu. Kadının sesini işitiyor ama ne söylediğini tam anlayamıyordu. Belki kürtçe konuşuyor diye düşündü. Giyiminden ve yazmasını bağlamasından dolayı böyle tahmin etmişti. Çokta önemsemedi. Doğruca kapıdaki güvenlikciye yöneldi. Bir iki polis bir iki de özel güvenlikci kapıdaydı. İçeride kalabalık bir görevli  grubu sürekli birşeyler taşıyor, misafirlere yer gösteriyor, güvenliğin ve düzenin sağlanması için koşturuyorlardı.

Kendisine gösterilen masada tabağının hemen yanında küçük bir kağıdın üzerinde adı yazılıydı. Masaları bahçede düzenlemişlerdi. Çok sayıda misafir gelmiş masalarda çok az yer boş duruyordu. Kadınlar genelde başörtülerini sıkı sıkıya bağlamış, başları önde, etrafla ilgisiz, düşünceli bir halde oturuyorlardı. Erkeklerse hep dik durmaya çalışır gibiydiler. Sürekli ilgilerini veremedikleri halde etrafta olanları anlamaya çalışıyorlardı.

Biraz sonra dışarıda konuşan siyah giysili kadının gelip iki ötede ki masaya oturtulduğunu gördü. Görevlilerden biri de kadınla birlikte masaya oturmak zorunda kaldı. Siyahlı kadın susmuştu ama hala gözlerinden yaşlar akıyordu. Sıklıkla çıkardığı bir mendili burnuna götürüyor, yalandan silip mendili avcunda top ediyordu. Günlerdir uyumamış, aç susuz yanlızca ağlamış gibi yorgun bedeni sandalyede yığıldı kaldı. Baygın değildi ama artık ne konuşacak ne de etrafında olanlara bakacak hali yoktu.

Birden hareketlilik artmıştı. Siyah takım elbiseli 20-25 yaşlarıda oldukça kalıplı gençler etraflarında koşturmaya başlamış, bahçenin en görünür yerinde kurulmuş olan masayı kontrol ediyorlardı. Masada bulunan bütün sandalyeler boştu. Siyah takım elbiseli kalabalık bir grup kapıdan giriş yaptı. Kollarını çırpan bir ahtapot gibi hareket ediyordu grup. Aralarında daha önce sürekli televizyonda gördüğü, yakınına gelmeyi hayal bile etmediği, devletin en yetkili kişisini gördü. Cumhurbaşkanı, eşi, prtokolden birkaç bürokrat, televizyonda gördüğü ama isimlerini bilmediği devlet adamları, onlarca koruma ve gazeticiler bahçeyi birden doldurmuşlardı. Cumhurbaşkanının yüzünde donuk bir ifade vardı. Gülmüyor hatta gülümsemiyordu bile. Kendisi için de zor geçeceğini bildiği bir akşam yemeğiydi bu.

Masalardaki misafirler hafifçe doğruldu. Herkes gelen kalabalığa bakıyordu. Emin adımlarla yürüyen cumhurbaşkanı kendisi için hazırlanmış olan masaya geçti. Yanında bulunan insanlar da kendileri için belirlenen yerlere geçmişlerdi. Aklına acaba onların masasında kimin nereye oturacağını belirten üstünde isimleri yazlı olan kağıtlar var mıdır diye bir soru geldi. Sonra bu düşünce ona çok komik geldi ve ufak bir tebessüm yüzüne yayıldı. Herkes yerine oturmuştu ama hala korumalar ve gazeteciler hareketliydi. Masaların arasında en uygun açıyı yakalamaya çalışıyorlardı. Çoğu oldukça dikkatsiz davranıyor bahçede yürüme yolu dışındaki alanlardaki çiçekleri eziyorlardı. Hatta bir gazetecinin yeni açmış bir gonca dalını kırdığını görünce aklına bahçesi geldi. 32 yıl önce İstanbul’a geldiğinde aldığı arsaya birkaç yılda iki katlı bir ev dikebilmişti. Kendine bahçe ayırmayı unutmadı. Çalıştığı zamanlarda bile bahçeye birşeyler ekip onları toplamayı çok seviyordu. Şimdi emekliydi ve oldukça bol vakti oluyordu. Taracanın iç kısımlarına gül dikmişti. Üstelik yediveren gülleri. Küçük oluyorlardı ama bütün mevsim açıp yeniden dökülüyor ve açıyordu. Güllerin bitiminde kendince maydonoz, roka vs, ekiyordu. Dış kısıma iğde ve ıhlamur ağacı dikmişti. Birde selvi çamı vardı. O ayrıydı. Hepsinden ayrı. O çamı Mustafa’nın doğumunda kendi elleriyle getirip dikmişti. Rahmetli babasıyla birlikte seçmişlerdi küçük fidanı. Doğumundan 12 yıl sonra vefat etmişdi dedesi. Hep asker olduğunu görmeyi isterdi  ve Mustafa’ya yapacakları düğünü anlatırdı. Mustafa’ysa muzip çocukluk edasıyla “evlenmiycem ben, bütün paramı gezmeye harcıycam” derdi.

O selvi Mustafa’yla büyümüştü. Mustafa hep o ağaca tırmanmaya çalışırdı ama başaramazdı. Babası da “ oğlum selviye tırmanamazsın. Baksana dalı budağı yok. Neresine çıkıcan” diye takılırdı. Gözlerinin dolduğunu hissetti. Birden irkildi.

  Alkışlamayın. Lütfen. Bu akşam alkış istemiyorum. Siz zaten çok daha fazlasını verdiniz. Siz en değerli …

Alkışlayan birkaç kişide yanlış yaptıklarını sandıkları bir tavırla etraflarına bakıp utana sıkıla bıraktılar alkışlamayı. Gözleri bu sefer tabaklara dalmıştı. Kenarları mavi işlemeli çok ince porselen tabaklarda yemekler vardı. Yemeklerin ucundan biraz yemişti ama canı daha fazla istememişti. Oldukça lezzetli görünen ancak küçük olduğunu düşündüğü porsiyonlarda gelmişti yemekler. Sürekli garsonlar etraflarında yarım olan su bardaklarını dolduruyorlar, peçeteyi değiştiriyorlar. Ekmek yada mezelerden azalanları değiştirip yenisini getiriyorlardı. Tabaklar o kadar inceydi ki garsonlar değiştirirken tabakları birbirine vurmamaya çalışıyorlardı. Çünkü oldukça tiz ve yüksek bir ses çıkıyordu. Cumhurbaşkanı hala konuşuyordu ama çoğu kişinin ilgisi dağılmıştı.

  Sizler için elimizden gelenin çok daha fazlasını yapmaya çalışacağız. İnanın unutulmayacak ve unut…

Tabaklardaki desenler evdeki misafir takımlarının desenine benziyordu. Mustafa sürekli “yeter artık bu eski tabaklarda yediğimiz, çıkarın mavi takımları da biz de paşalar gibi yemek yiyelim. Bayramda seyranda bir misafir gelecek de tabakları çıkaracağız diye bekleşip duruyoruz. Bizim canımız yok mu?” diye takılırdı annesine. Şimdi burada olsaydı nasıl keyiflenirdi. Cumhurbaşkanıyla, sarayda hemde mavi desenli tabaklarda yemek yemiş olacaktı.

Artık konuşmalar bitmişti. Tatlı servisi yapılıyordu ama kimse de yiyecek hal kalmamıştı. Kadınlar sessizce ağlamaya koyulmuş, erkeklerse vakur davranmaya çlışıyorlardı. Gazeteciler de yavaş yavaş kapıya doğru yönelip orada çıkanlarla konuşmak için uygun yerler seçiyorlardı. Dağılan kalabalıktan bir kaç kişiyi gazetecilerle konuşurken gördü. Kalkıp kapıya doğru yönelmişti. Kapının hemen çıkışında bir kadının “en azından acımınızı paylaştı” dediğini duydu. Birden bunun mümkün olmadığını düşündü. Kimse tanımadığı biri için yürekten üzülmez, sadece kendi başına gelmediği için sessizce şükreder.

Az ileride zayıf bir adam başka bir gazeteciye birşeyler anlatmaya çalışıyordu. “Ben isminin bir parka verilmesini…” cümlesini bitiremeden siyahlı kadının yarı kürtçe yarı türkçe bağırarak kameranın önüne geçtiğini gördü. Kadının söylediklerinden tek cümleyi anlıyordu. Ses arkasında kalmasına rağmen kulaklarında çınladı.

“Kanı durdurun. Bu kanı durdurun”

 

  • Kasım 4, 2010