Buluşma

Share

          Bu kapıdan geçebilmek için iki yıldır çalışıyordum. Deneme sınavları, yardımcı kitaplar, serbest okumalar, takviye kursları ve nihayet istediğim bölümdeydim. Aslında geçen sene kazanmıştım ama kitaplarını okuduğum günden beri Mehpare hanımın bölüm başkanı olduğu bu okulu istiyordum. Mehpare Günyazı. Müthiş entellektüel birikimi, çarpıcı eleştirel gözü, açıksözlü ve dürüst kişiliği, yardım severliği anlatmakla bitiremeyeceğim özellikleriyle inanılmaz bir yazar. İlahi bir varlık ya da bir tılsım vardı onda.

            Okulun ilk günleriydi. Elbette öğrenciler derse girmiyor, kayıt işleri olanlar, kantinde buluşmuş olan üst sınıflar ve memurlar dahil kimsenin okulla ilgili yoktu. Belki o da gelmemiştir ama tanışma ihtimali o gün odasının kapısında kendimi bulmamı sağladı. Odasının kapısındaki yaftada ismini okuduğum an heyecandan dizlerim titremeye başladı. Prof. Dr. Mehpare Günyazı. Türk dili bölüm başkanı. Koridorda olan onca insana rağmen hiçbir sesi duymuyordum. Koltuğumun altında onun bir kitabı ve benim iki üç şiirim, ısınmış bir tuğla gibi bedenimi yakıyordu. Kapıyı çalmak için için elim havada, okulun ilk günü odasında olurmu hiç diye düşünürken bir hışımla açılan kapıdan dağılmış saçları, açık yakası hafifce kaykılmış, elinde sigarasıyla çıkıverdi. Koridorda yankılanan sesi içimde olan heyecanı korkuya dönüştürmeye yetti.

          -Oğlum bir çay kapıver.

Birden eliyle paltomun eteklerine vurmaya başlamasıyla beni bir heykelden insana dönüştürdü. Elindeki sigaranın közü paltoma değmiş olacak. Bir adım geri çekildim. Hareket etmem onda hiçbir etki yapamadı, yokmuşum gibi döndü ve kapıyı elinin tersiyle itiverdi. İstem dışı elimi kapıya uzattım ve kapanmasına izin vermedim. Başımı uzatıp “girebilir miyim?” diye sordum.

 Masanın üstünde duran kitaplar ve kitapların üstünde resmi evraklar, onların da üstünde olan kalemler, not kağıtları, boş bardaklar ve kültablasının arkasında Mehpare hanımı görmek neredeyse imkansız oluyordu. Arkasında duran dolapda bir çok kağıt ve kitaplar gelişi güzel tıkıştırılmış, odada askı olmasına rağmen kabanı sandalyenin üstüne atılıvermişti.

 -Çayı mı getirdin?

 Bu soru incelememi yarım bırakmama neden oldu. Şaşırmıştım. Açıkcası beklediğim bir manzara değildi.

 –  Hayır ben öğrenciyim.

 -Şiirlerini mi getirdin?

 -Evet nereden bildiniz?

 -Sen masaya bırak ben bakarım.

Bir yandan masada bırakabileceğim uygun bir boşluk ararken bir yandan da keşke okuyup hemen değerlendirse diye düşünüyordum. Sanırım düşüncelerim dudaklarımdan mırıltı olarak dökülmüştü. Arkasına yaslandı.

-Okuduğum anda çarpılacağımı, yeni bir akımın başlangıcı olacağını, hemen dergilere yayına göndereceğimi, hatta dersten geçeceğini ve belki asistan olarak benimle çalışmanı isteyeceğimi sanıyorsun sanırım ama böyle olmuyor. Genelde getirilenler anlatım bozukluklarıyla dolu, ajitasyon, romantik, deneysel şeyler oluyor. Bende hevesiniz kırılmasın diye daha çok okumalısınız diyorum. Sizde birkaç deneme  daha yapıp dergilere yolluyorsunuz. Sonra bir kızla tanışıyorsunuz. Okulu asıyorsunuz. Sonra mezuniyet ve iş kaygısı başlıyor. Yoğun tempolu çalışma hayatı, askerlik, evlilik derken okul dergisinde yayınlanmış birkaç şiirle kalıyorsunuz.

 Sigarasını söndürürken çaycı odaya daldı. Mahalle esnafına çay dağıtır gibi hiçbirşey söylemeden hızlı adımlarla masaya geldi ve kağıtların üzerine çay bardağını bıraktı. Hızla döndü ve odadan çıktı. Bir sigara daha yakan Mehpare hanım bardağın altından şiirlerimin olduğu kağıdı çekti ve okumaya başladı. Bitirince masaya bıraktı ve tekrar kağıtların arkasında hiçbirşey yokmuş gibi kayboldu.

 Ben yoktum artık. Odada değildim. Orada olmamın hiçbir anlamı yoktu. Seksen sonrası toplumcu şiirin, İkinci yeniye toplumcu bakış katmanın, bireyin toplumdaki yanlızlığının, eşitsizliğin, parkların suskunluğunun, esnafın neşesinin, belediye otobüslerinin, aylakların, güzel kadınların, aşkın, doğanın, Tanrının hiçbir anlamı yoktu.

 Anlatılacak hiçbirşey yoktu.

  • Ocak 18, 2011